- - I - -
- Güneş tüm parıltısıyla seni izliyor, güneş tüm parıltısıyla seni izliyor, güneş tüm parıltısıyla seni izliyor, güneş tüm parıltısıyla seni izliyor!
- Güneş tüm parıltısıyla seni izliyor, !
- parıltısıyla seni izliyor, güneş seni izliyor, !
- Güneş izliyor, izliyor, seni izliyor, !
- - I - -
...
Damlıyor. Dam-lı-yor... Kan damlıyor. Hala kanayan burnu kaldırım taşlarını suluyor olsa gerek. Hayır! Bu ihtimal çok saçma! Dam-lı-yor... Dam-lı-yor... Saçma! Dam-lı-yor... Dam-lı-yor... Kaldırım taşlarının bu kadar konforlu olduğunu bilseniz evsiz olmanın kulağa hiç de mantıksız gelmediğini düşünürdünüz. Hayır! Serum? Bu bir serum mu? Emin olamadı. Bilinci yarı kapalı, duyuları kısmen işlevsizdi. Sancılı olacağını öngörse de nerede, neden bu halde olduğunu bilmek istedi. Göz kapakları birbirine tutkallanmış iki ahşap parçası gibi zar zor açıldı. Biraz etrafına bakındı. Bembeyaz. Güçlükle ayırt edilen kaotik bir iletişim, tempolu yürüyüşler, koyu mavi asistan önlükleri... Bir hastanenin acil bölümündeydi, şüphe yok. Tam yanında, sol tarafında başka birinin varlığını hissetti. Genç bir kadın usulca yanı başında oturuyordu. Hemşire mi? Ama oturuyor. Neden? Açık seçik olmayan bu bulanık görüntü ona bir şeyler anlatmaya çalışsa da söylenilenlerin yarısını zar zor duyabiliyordu. Neden? Kadın, anlaşıldığını ümit ederek o sıcacık avuç içiyle Şafak'ın yanağına dokundu. Anne sevgisi kadar sıcak bir dokunuştu bu. Neden? Naif, yumuşak bir ses tonuyla son cümlesini kurdu: "Be siz g demez in" Uyku, uyku bastırıyor! Neden? Hayır! Uyumanın sırası de...
...
Derin bir nefes çekerek ter içinde uyandı. Göz kapaklarındaki tutkal, macun bıçağıyla sökülmüş olsa gerek betonarme tavanı rahatça izleyebiliyor; 95°lik görüş açısında dört duvarın boğucu baskısını hissedebiliyordu. Doğrulmak için hareket etmek istese de vücudundaki her bir kemik yer değiştirmiş gibi bir yorgunluk vardı üstünde. "Burası mezar olmalı." diye düşündü. Zorlansa da bir şekilde doğrulabildi. Tişörtünün en battal yeriyle yüzündeki teri sildi. Etrafına bakındı. Ne lacivert önlük ne beyaz renk iç mimari... Eser kalmamış, yanı başındaki güzel kadın çoktan gitmişti. Oldukça tanıdık bir yerdi burası. "Mezardan daha sıkıcı bir yer, odamdayım... da... Işık neden açık?" diye söylendi içinden. Kalkmadan önce yatağında biraz oturmak, başına neler geldiğini anlamlandırmak istedi.
"Kadının güzel olduğunu da nereden çıkardın? Kim olduğunu görmedin bile. Ne anlattığını anlayamadın bile. Anlasan da cevap veremezdin zaten. Ağzın yüzün kan içinde oracıkta yatıyordun. Ölüyordun. Altı üstü iki üç yumruk, ne ölmesinden bahsediyorsun? Ölmüyor muydun? Ölmüyordum. Ölmek o kadar basit bir şey mi aptal? Aptallık benimkisi... Öyle değil mi? Bir dakika! Ya annemse o? Sonuçta hemşire değil, erkek de değildi. Erkek olsa ne olacak? Ben gay miyim? Hayır. Ne olduğumun ne önemi var? Annemdi işte. Besbelli. Biri almış, hastaneye götürmüş beni. Yaşımı küçük görüp telaşlanmışlar ki artık bir reşidim, neyse... Göt cebimden cüzdanımı çıkarmış ve kimliği alıp kaydımı yapmışlar. Kim olduğumun ne önemi var? Başıma gelen gelmiş işte. Başıma bir iş gelmese hastanede ne işim olur ki? Başıma ne gelebilir ki benim? Dayak yedim işte. Dayak yemek o kadar basit bir şey mi aptal..?" dayanamadı ve birkaç damla göz yaşı döktü. Ayaklandı. Odasına göz gezdirdi. Her şey yerli yerinde. "Tamam... Annem almış, eve getirmiş beni. Üstümü başımı değiştirmiş, kıyafetleri askılara asmış; çantamı komodinin dibine, telefonumu da üstüne koymuş." Komodinin üstündeki masa saati dikkatini çekti. "Doğru ya, saat! Saat kaç ki?" Saat neredeyse gece yarısı olmak üzereydi. Saat: 23.45. Akrep ve yelkovanın baş döndürücü etkisine kapılıyor, o malum düşüncelerden kendisini alamıyordu. "Gidip özür dilemek isterdim ama annem çoktan uyumuştur. Bari uykusunda rahatsız etmeyeyim. Of... Nasıl bir evladım ben? Onu düşürdüğüm şu hallere bak. Biricik oğlunu hastane köşelerinden topluyor." Başını hızlıca iki yana sallayıp bu düşüncelerden uzaklaşmak istedi. Tam bu sırada; tam karşısında, duvarda, çivide asılı duran o eski oyuncakla göz göze geldi. Tam bir antika. Çocukluğundan kalma açık bej rengi pelüş ayı. Daha ilk bakışta anlaşılıyor ki zaman ona hiç iyi davranmamış. Sökülen dikişleri, rastgele çizilmiş kurşun kalem izleri ve hatta sırt bölgesindeki o iç acıtan soba isleri... Hakkı var, eskimeyi çok iyi becermiş. Yine de başına gelen her şeye rağmen bütünlüğü bozulmamış, sağ kalmayı başarmış. "Acaba göğsündeki tuş hala çalışıyor mudur?" diye düşündü. Gerçekten bir antika. Yıllar önce satın alındığında, onunla ilk kez oynandığında çok kıymetliydi. Bir pelüş ayı için daha iyi ne olabilir? Peki özgürlüğü ne kadar sürmüştü? Taş çatlasa üç beş sene. Sonra ne mi oldu? İşte bu. Bir daha oradan indirilmemek üzere bir çivinin sarmalına hapsoldu. Dramatize edilecek bir şey yok ortada. Sonuçta bir oyuncakla ancak bir çocuk oynar. Hangi canlı zaman denilen şeye karşı koyabilmiş ki cansız bir oyuncak bunu başarsın? Zaten artık onunla hangi oyunu oynayabilir? Hangi muhabbeti edebilir? Hangi dedikoduyu yapabilir? Hiç, hiçbirini. Madem öyle, neden bir çöplükte değil de hala bu duvarda? Çünkü onu birçok kez çöpe atmak istese de bir türlü atamadı. Çünkü varlığının tek dezavantajı mahcup etmek ve utandırmaktı. Utanmak içinse önce birileri onu görmeli değil mi? "Onu kimse göremez..."
- Adın neydi senin?
Hatırlayamadı. "Nasıl olur da hatırlayamam?" diye düşündü. Mesela herkesin hayatında, değer verdiği ama doğum gününü bir türlü hatırlayamadığı en az bir dostu vardır. Fakat bu ne bir sayı ne bir tarih... "Kimse bir dostunun adını unutmaz ki. Peki soyadı unutulur mu? Ama bu pelüş ayının bir soyadı yok ki. Peki ya varsa? Bir oyuncağın soyadı ne olabilir, bunu hiç düşünmemiştim. Acaba markası mı? Biz insanların da soyadı bir marka değil mi zaten? Dedelerimiz işletmeci olmuş, anne babamız işçi olabilmek için evlilik denilen bir sözleşme imzalamış. Sonra o anne baba apartman dairesi denilen bir fabrikada çalışmaya başlamış. Sırf sapık gibi görünmemek için işlenmemiş ürünlere azgınlık diyememişler ama azgınlık ile tesise, yani yatak odasına girmeyi de ihmal etmemişler. İşte ben bu fabrikanın bir ürünüyüm, soyadımsa bir marka, ürün barkodu. Neyse ki seri üretime geçmemişler. Tek çocuk olmanın tatmin etmeyen avantajlarını yaşıyorum." Durdu. "Ne saçmalıyorum ben?" Adını bir türlü hatırlayamadığınız o insanla aynı anda, aynı yerde bulunup kaçamadığınız bir diyaloğa maruz kalmak. Her geçen saniye duvardaki oyuncağa karşı daha fazla mahcup olduğunu hissetti. "Adını hatırlayamıyorsan zaman kazan. Ters psikoloji yap. Daha samimi davran Şafak!" Onu asılı durduğu çividen çıkardı ve tek eliyle ensesinden tuttu. "Rahatla, altı üstü bir oyuncak..." Gözlerinin içine bakarak:
- Adın neydi senin?
Hatırlayamadı. "Nasıl olur da hatırlaya..." Duvardan gelen sesle irkildi ve aniden duvara döndü. Oldukça tok duyulan birkaç tıklatma sesiydi bu. Heyecandan, içgüdüsel bir refleks ile elindeki pelüş ayıyı fırlatmıştı bile. Onu kimse göremez! Annesi de mi? Annesi... Elindeyken göremez! On sekiz yaşına daha yeni ayak basmış biricik oğlu, küçük bir çocuk gibi oyuncakla mı oynayacaktı? "Topal kalırım daha iyi! Hem oğlun hala bir erkek anne! Şu an pipisinin tek işlevi işemek olabilir. Ama bu hep böyle olmayacak. Neyse, böylesi daha iyi. Tersi olsaydı eğer ağ-zı-ma sıçardın zaten!" Bunları düşünürken yüzünde bir tebessüm belirdi. "Bir dakika! Ne saçmalıyorum ben?" Sonuçta her şey gayet açıktı. Annesinin uyarı atışları... Gecenin bu ve daha geç saatlerinde bir hayat belirtisi fark ettiği zaman başvurduğu alışılagelmiş bir yöntemdi bu. "Geceleri uyunur. Yat artık!" anlamı taşıyan ciddi bir telkinden ibaretti o kadar. "Onu uyandıracak kadar nasıl bir ses çıkarmış olabilirim ki?" diye düşünmedi değil. Komodindeki saate tekrar baktı. Saat: 23.55. "Uyusam iyi olacak." Yatağa doğru ilerlerken yerdeki oyuncağı fark etti. "Bir gece de sırtüstü uyusan sorun olmaz herhalde, değil mi Sh..." Hatırlayamadı. Yatağına uzandı ve yorganı üstüne çeker çekmez uyuyakaldı.
...
Derin bir nefes çekerek ter içinde uyandı. Doğruldu. Tişörtünün en battal yeriyle yüzündeki teri sildi. İrkilerek uyanmanın getirmiş olduğu huzursuzluk ve nefret edilesi ayılma sekansı. Her şeyin yerli yerinde olduğunu görmek için etrafına bakındığında oda lambasını açık unuttuğunu fark etti. "Cidden sabaha kadar açık mı kaldı? Umarım annem görmemiştir. Ağzıma sıçar!" diye düşüncelere daldı. Fiziksel yorgunluk biraz olsun geçmiş, ağız tadı yerine gelmişti. Ampulden yayılan parıltı gözlerini kamaştırdı. Yüzünü ışıktan kaçırarak dikeldi ve yatağa oturdu. Gözlerini ovuşturdu ve kendine gelmeye çabaladı. Klasik bir sabah rutini. Kim uykunun tatlı gücüne karşı koyabilir? "Lütfen koştur koştur olmasın." Mesafe biraz uzak olsa da komodinin üstündeki masa saatine odaklandı. "Lütfen kahve hazırlayacak vaktim olsun, lütfen..." Kendisi de göz sağlığı da bu mesafeye alışkın. "Eminim yüzüm mosmordur. Bu halde okula mı gideceğim şi..." Donakaldı. Yataktan zıpladı ve komodine doğru ilerledi. Saati tuttu ve kendisine doğru hafifçe kaldırdı. Saat: 00:01. "Saçmalıyorsun! 24 saat uyumuş olamam!" Saati yerine bıraktı, telefonun tuş kilidine bastı ve kilit ekranını aktifleştirdi. Saat: 00.02, aynı gün. "5 dakika mı? 5 dakika uyumuş olamam!" Telefonu komodinden alıp cebine koyduğu sırada odanın kapısı aniden sonuna kadar açıldı. Korkudan birkaç adım geri attı ve kapıya doğru döndü.
- Anne?
Eşiğin tam ortasında güzel bir kadın ayakta dikiliyordu. Tanıdık bir sima. Kim olduğu gayet açık. Şeytan! Yüzünde sıcak bir tebessümle Şafak'a doğru bakıyor, hareket etmiyordu. Heyecandan Şafak'ın kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Vücudunun belirsiz yerleri titriyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Konuşarak kendini rahatlatmak istedi.
Önce derin bir nefes çekti:
- Öyle aniden geldin, ödüm koptu. Valla küfretmemek için zor tuttum kendimi.
Sessizlik.
- Hoş geldin...
Şeytan kıpırdamıyor, sadece ona bakıyordu. Şafak devam etti:
- Annem mi aradı seni?
Sessizlik.
- Cemile? Neden susuyorsun? Konuşsana! -diye sorarak ısrar etti.- Gecenin bir vakti... Neden buradasın?
Sessizlik.
- Söylesene! Eve nasıl girdin?
Şeytanın göğüs bölgesinden çıkan, tıpatıp kendisini andıran hayali sureti büyük bir hızla Şafak'a doğru süzüldü. Birden yavaşlayıp bedeninden geçti ve kendi etrafında dönerek tavana doğru yükseldi. Asıl bedeni hala eşiğin tam ortasında dikeliyor, kıpırdamıyordu. Şafak titreyerek derin bir nefes daha çekti. Tüm damak bölgesini dolduran, kan dondurucu, soğuk bir rüzgar oldu bu nefes. Oldukça tedirgin bir şekilde tam arkasına döndü. Tavana doğru yavaşça yükselen ruhani surete doğru baktı. Şeytanın akıl almaz gariplikteki sureti sağ el işaret parmağıyla Şafak'ı gösteriyordu. Fısıldadı:
- Kaç...
Kapı eşiğindeki asıl beden bir anda arkasında belirdi. Sağ omuz arkasından kulağına doğru yaklaştı ve yüksek bir sesle haykırdı:
- Kaç!
Şafak kulaklarını elleriyle kapatarak bulunduğu yerde çığlık attı. Biraz bekledi. Fazlasıyla gerilmişti ve arkasında birini görmeme umuduyla yavaşça döndü. Neyse ki kimseyi göremedi. Odanın tam ortasında tek başına ayakta dikiliyordu. Biraz olsun rahatlayabilmişti. Kapı hala sonuna kadar açıktı ve koridorun ona göre sağından bu tarafa doğru gelen ve gittikçe yükselen ayak sesleri kısa süren bu huzuru bozdu. Kimin geleceğine yönelik gergin bir bekleyiş başladı. "Umarım annemdir ve bu bir şakadır ama yemin ederim, bu bir şaka değil!" diye düşünürken gergin bekleyiş son buldu. Etiyle kanıyla tıpatıp kendisi gözlerinin önünden koşarak geçti. Odayı, ışığı ve hatta bizzat Şafak'ın kendisini bile umursamamıştı. Umursamayı bırak, fark etmemişti bile. "Bu... Hayır! Kaç..."
- Kaçıyorum... -diye söylendi ve korkudan tekrar titremeye başladı.
- - I - -
- Özür yok, özür yok, özür yok, özür yok!
- - I - -
- Hı? Bu ses de ne?
Bulunduğu yerden odasını kolaçan etmeye başladı. Sahibi olduğu bedene hükmedemiyor, kaslarını zapt edemiyordu. İstemsizce kapıya doğru yürüdü. Biraz önce, şeytanın eşikte dikildiği sıra fark edemediği bir detayı fark etti. Olması gerekenden daha geç tanık olduğu bu gerçeklikle sonunda yüz yüze gelmişti. Koridorun içinde barındırdığı zifir... Bu, gecenin getirebileceği bir zifiri karanlık değil. Gecenin en siyahından bile daha karanlık göründü gözüne. Odasındaki beyaz ampulün ışığını reddeden, iki mekan arasındaki bağı yok sayan bir kontrasta sahip saf bir siyah. Bilgisayar ortamında yaratılmış kadar yapay, çıplak elle boyanmış kadar doğal bir siyah. Koridor duvarı, zemini ve tavanının kendisi haline gelmiş bu yoğun karanlık yaşıyor; bir işi, bir görevi varmışçasına hareket ediyor gibiydi. Vücudu büyük bir iştahla koridora girmek istiyordu. "Dur!" Tek istediği sertçe kapıyı kapatmak, tüm olanları unutmak ve yorganı üstüne çekip sabaha kadar soluksuz uyumak olsa da bedeninin hiç de öyle bir niyeti yoktu. "Yürüme, yürüme!" Eşikten öteye ilk adımını attı. Hemen soluna ve sağına bakındı. Hiç ama hiçbir şey yok. İkinci adımla beraber artık tüm bedeni koridordaydı. Uçsuz bucaksız gibi görünen zifiri karanlıktan ibaretti her şey. Bedeni kendi başına buyruk hareket etmeye devam etti. Hayatında hiç hissetmediği kadar yoğun bir ürperti ve tedirginlikle sağ tarafa doğru yürümeye başladı. Korkudan dizleri kesilmeliydi fakat bacaklarındaki olağandışı dirilik bu korkuya cesurca meydan okumuştu bile. Biraz zaman geçirdikten sonra içinde bulunduğu 3-4 m2'lik zifirden alan özüne dönmeye başladı. Rengini, reflesini kuşanıyordu adeta. Az da olsa bir ışığa, yansımaya ve gözle görülür, tanımlanabilir gerçekçi bir renge bürünmesi Şafak'ı biraz olsun rahatlatmıştı. Yine de bu karanlık doku hala olabildiğince ürpertici, güvenilirliği konusunda ciddi bir şüpheye düşüren koyu ve organik bir karaktere sahipti. Mekan olarak koridoru kendi varlığıyla özümseyen bu biçimsiz karanlık doku, sahip olduğu asıl yüzeyi ve şekli yavaş yavaş tezahür ediyordu resmen. Tüm olan biteni büyük bir şaşkınlıkla izleyen Şafak yürümeye devam ediyor, yürüdükçe onunla beraber nispeten biraz daha aydınlanan yolun sonunu görmeye çalışıyordu. Azımsanamayacak kadar yürüdü. Yürüdü, yürüdü, yürüdü, yürüdü... En sonunda, duvarın büründüğü yüzeyi ve dokunun ne olduğunu hala anlamlandıramadığı için merakına yenik düşüp ona dokunmaya karar verdi. Kısa adımlarla hala yürüyor fakat bu sefer sağ el parmak uçlarını duvara sürtüyordu. Yüzey, içerisinde yaşam barındırıyormuş gibi büyüleyici bir hisse ve onunla temas halinde kaldıkça haz veren pürüzsüz bir yumuşaklığa sahipti. "Böyle bir şey nasıl gerçek olabilir? Bir dakika... Bu koridor bu kadar uzun değil ki? Annemin odasını çoktan geçmiş olmalıyım." diye düşünürken sağ eli beklenmedik bir şekilde birkaç minik çıkıntının üstünden geçince durdu. Gözleri küçüldü, yüz hatları gerildi. "Bir şey vardı!" Çıkıntıya temas ettiği yere döndü ve duvarı incelemeye başladı. Filizlenen bir tohum gibi kendini dışa atan cisimler yüzeyin üstünde yavaşça beliriyordu. Gözünün önünde cereyan eden bu hayret verici olayı izleyen Şafak, yüzeye çıkan cisimlere iyice odaklandı ve onların ne olduğunu anlamaya çalıştı. Başta silindirimsi, kısa ve tombul ağaç dalları gibi görünse de her geçen saniye aslında ne olduğu daha açık hale geliyordu. Uçlarındaki tırnağı andıran kabartıdan ve adı koyulabilir eklem noktalarından anlaşıldığı üzere bu cisimler birer eldi. İnkar edilemez netlikte. Bu ellerden onlarcası, yüzlercesi baş gösteriyor ve sanki birer heykel edasıyla taş kesiliyordu. Şafak büyük bir şaşkınlık içerisinde soluna, arkasına, tepesine ve bakabileceği her yere bakmaya başladı. Temas halinde bulunduğu duvar ve çevresi ve hatta oraya hakim olan tüm karanlık doku, çok geçmeden kendisini bilekten itibaren dışa vurmuş irili ufaklı bir sürü elle kaplandı. Sağdan sola, tavandan tabana(neyse ki koridorun tabanında herhangi bir dönüşüm bulunmuyordu), bu doğa üstü ve bir o kadar da mide bulandırıcı evrimleşmeyi izlediği sıra soluk bir siluet fark etti. Yürüdüğü yöne doğru hafifçe döndü ve ileriye, koridorun ufkuna doğru baktı. İki ayaklı olduğu kolayca ayırt edilebilen, yaşadığına dair somut herhangi bir belirti göstermeyen, vücudunun birçok yerini gizleyen rahatsız edici bir gölgeyle kaplanmış bir canlı sureti; ondan çok uzakta, tam karşı hizasında duruyordu. Bir boy aynasıyla bakışıyormuş gibi hisseden Şafak bu ömür törpüsü bekleyişten fazlasıyla gerilmeye başladı. Ondan çok uzakta olmasına rağmen, bu garip canlı; yanında, tam dibinde soluyormuş gibi bir hissiyata kapıldı. Şakaklarına yavaşça düşen her bir ter damlasını ve sol elindeki durmak bilmeyen titreyişi açıkça hissedebiliyordu. Çabucak bir eylem planı hazırlaması gerekiyordu fakat biri yoktan var olup ayaklarından yere çivilemiş gibi üstüne zoraki bir durağanlık çöktü. Gerisingeri harekete geçmek istese de nabız hızı çileden çıkıyor, bunu mümkün kılmak istemiyormuşçasına artıyordu. Tam yutkunduğu sıra odasından beri ona kadar uzanan bir fısıltı sesi duyup arkasına döndü. Tüm karanlığı boydan boya dekore eden ne kadar el varsa bu fısıltıyla beraber bir anda harekete geçti. Anlamsız, birbirinden uyumsuz hareketlere başlayan yüzlerce parmak; eklem yerlerinden bükülüyor, her bükülmede çatırdayan kemik sesleri çıkarıyordu. Korkudan kanı çekilen Şafak bir hışımla önüne dönünce uzaktaki canlı suretin ona doğru harekete geçtiğini fark etti. Büyük bir karmaşayla parmak çatırdatan eller, mutlak bir senkronizasyonla işaret parmağı tekte bırakır hali aldı ve bir anda durdu. Bu durgunluğun peşine gelen sessizlik içgüdülerini tetiklemiş olsa gerek zarar göreceğini düşündüğünden refleks göstererek gözlerini yumdu ve kafasını kollarıyla korumaya aldı fakat sessizlik bozulmadı. Korkusundan kısık bir şekilde gözlerini açıp ne yaşandığını görmek istedi. Yüzlerce işaret parmağı, tam aksine geldiği yönü, odasına giden yolu işaret ediyordu. Ellerin ne amaçladıklarını az çok kestirdikten sonra gölgenin yaklaştığı tarafa doğru tekrar baktı ve aradaki mesafenin daha da azaldığını gördü. "Hayır, hayır, hayır, hayır!" Küçük bir çocuk gibi korkudan kaskatı kesilen vücudunun belli başlı uzuvlarına rastgele vurmaya başladı. Tek istediği yerinden biraz olsun kıpırdayabilmek olsa da vücuduna ne kadar sert vurursa vursun acı duymuyor, bilakis, yükselen acı eşiği her bir darbeyi birer duyumsuzluğa daha dönüştürüyordu. Ne yaparsa yapsın, beyni, verdiği hiçbir komuta itaat etmiyor, onu hala umursamıyordu. Nefes aralığı azaldı. Daha sık, daha derin nefes alıp vermeye başladı. Ve yine odasından beri ona kadar uzanan kısacık bir kelime, tetikleyici bir çığlık sesi koridor boyu defalarca yankılandı:- Kaç! - Kaçmalıyım... - Kaç! - Evet. - Kaç! - Ben... - Kaç! - Kaç...
- Kaçmalıyım!
Tüm gücüyle durmaksızın koşmaya başladı. Vücudundaki her bir hücre tek bir yüce amaç uğruna seferberlik ilan etmiş gibiydi, o da: Kaçmak! Her bir adımında önündeki boş karanlık yüzey evrimleşiyor, irili ufaklı yeni eller doğuruyordu. Baş gösteren her bir el sırasıyla işaret parmağını tekte bırakıp muazzam bir ahenk ile odasına giden yolu gösteriyordu. Koşarken bir yandan kurtuluşun planını hazırlamaya başladı. "Kapı hala açık olmalı, gördüğüm ilk köşe de odam. Olabildiğince hızlı olup ne olduğunu dahi bilmediğim şu garip şeyin suratına kapıyı kapatmalıyım fakat tek bir sorun var..." Odanın ışığıyla, içinde bulunduğu zifiri karanlığın birbirini bıçak gibi kesen kontrast farkını hatırladı. Belki de odasını çoktan arkasında bırakmıştı fakat bunun farkına bile varmamıştı. "Emin olduğum tek şey var. O da kapının solumda kaldığı. Kurtulmak içinse tek bir ihtimal var. Odamı geçmemiş olmak ve kapının yerini tahmin edip kendimi oraya bırakmak! Yine de... Ya o da peşimden girerse?" Koşarken çevresini kontrol etmeyi ihmal etmiyor, hatırlayabileceği herhangi bir ayrıntıyı gözüne kestirmeye çalışıyordu. İlk fırsatta çullanmaya ve kendini boşluğa bırakmaya hazırdı. Tek bir ihtimalin peşinde eli kolu bağlı bir şekilde hala koşarken bir anda yüzünde beklenmedik bir gülümseme belirdi. "Bu kadar şanlı olamam!" Ne uzak ne yakın... Biraz ilerisinde koridora doğru süzülen standart bir kapı boyunda oda ışığı göründü. Çaresizlikten tutunduğu tek dal artık makul, uygulanabilir bir plan hale gelmişti. "Yine de bu ışığın bir anda meydana çıkması garip değil mi? Neden ona bu kadar yakınken kendini gösterdi ki? Bu bir yardım eli mi yoksa salakça bir bir tuzak mı? Ya s*keyim, kafayı sıyıracağım! Tamam, sakin ol... Düşün. Düşün Şafak! Koridora girdiğimde zifiri bir karanlık vardı değil mi? Evet! Yürüdükçe rengi, ne bileyim yüzeyi hatta ışığı falan değişti. Tamam! Işık beni takip etti değil mi? Işık bana yardım ediyor! EVET! TAMAM!" Anlaşılan karanlık doku, yakınında canlı bir varlık sezdiğinde gerçek yüzeyine bürünüyor; o canlı varlığın fiziksel temasıyla da evrimleşiyor, en az diğer birçok şey kadar gerçeklikten uzak bu elleri doğuruyordu. "Yardımını kabul ediyorum. Az kaldı!" Gölgelere bürünmüş suretin koridor boyu uzanan ve insanı etkisi altına alan tinsel etkisini tam ensesinde hissetmeye başladı. "Çok az kaldı!" Ne kadar hızlı koşarsa koşsun aradaki fark azımsanamayacak derecede kapanmaktaydı fakat dönüp bunu kontrol edecek zamanı yoktu. Kapıya yaklaştıkça koridora doğru süzülen oda ışığının azaldığını fark etti. Kuvvetle ihtimal biri bilerek ya da bilmeyerek kapıyı kapatıyordu. "Kim? Hayır! Kapanma! Cemile!"
- Cemile! Dur! -diye can havliyle uzunca bağırdı.
Işık hala azalıyor. Kapıyı usulca kapatan her kimse eğer, durmadığı belli. Belki Şafak'ın bağrışlarını duymadı, belki de duymak istemedi. Yine de yetişebilme umuduyla canını dişine takıp hız kesmeden koşmaya devam etti. Bacaklarındaki yorgunluk kendini iyiden iyiye belli etse de artık duramazdı. Ama nafile... Ne kadar hızlı koşarsa koşsun vaktinde yetişemeyeceğini hatta kıl payıyla kaçıracağını kabullendi. "İntikamın bu mu?" diye içten içe isyan ederken nihayet kapıya ulaşıyordu. Artık odasına giremeyecek olsa bile bir yolunu bulup, bu kötülüğü ona kimin yaptığını gözleriyle görmek istedi. Bu adi kötülüğün hesabını sorarken şeytana gönül rahatlığıyla ahkam kesebilmeliydi. O zamana kadar ağır ağır örtülen kapı, tam yanından geçtiği sırada sertçe suratına kapandı. Yine de bir bakış yetti... Belki 1 saniye, belki de 1 saniyenin 10'da 1'i süresindeki tek bir bakış. Çaresizliğin, nefretin ve merakın doruk noktasına ulaştığı o yüz ifadesi, bu yüz ifadesinin incecik bir çıta kalınlığındaki aralıktan gördüğü o hain ve o hainin tarif edilebilir suratı. Etiyle kanıyla tıpatıp kendisi gözlerinin önünde tek kurtuluşunu elinden almıştı. Koridoru, karanlığı ve hatta bizzat Şafak'ın kendisini bile umursamamıştı. Umursamayı bırak, fark etmemişti bile. "Bu... Hayır! Ben..."
- Ben kapattım... -diye söylenirken akıbeti belirsiz bu karanlık koridorda peşinde tarif edilemez korkunçlukta bir mahlukattan nefes nefese kaçmaktaydı.
...228Please respect copyright.PENANAjb4SpGtGqs
228Please respect copyright.PENANAwuzD28Ufdc