"Godwoods ailesinin görkemli evi, dallarını göğe uzatan devasa meşe ağaçlarının serin gölgeleriyle kucaklanan, sabahın huzur dolu sessizliğine bürünmüş dar bir sokakta, zamanın bile çekinerek dokunduğu bir ihtişamla dimdik duruyordu. Dış cephesindeki eski ama hâlâ gösterişli taş işçiliği, geçmişin görkemli günlerinden fısıltılar taşırken, sabahın hafif meltemi, evin geniş sütunlarına yaslanıp yankılanan bir ağıt gibi dolanıyordu. Bütün sokak, buranın bir zamanlar büyük bir hikâyeye ev sahipliği yaptığını haykırıyor gibiydi."
Carolina Godwoods, uzun ve loş koridorda duruyordu. Ahşap zemin, topuklu ayakkabılarının her adımında hafifçe gıcırdıyor, bu eski evin içinde yankılanıyordu. İnce belini kusursuzca saran zarif beyaz bluzu ve dizlerinin hemen üzerinde biten siyah kalem eteği, bedeninin kavislerini zarafetle ortaya çıkarıyordu. Omuzlarına dökülen koyu renk saçları, hafif bir dalga halinde göğsüne süzülmüş, parmaklarının istemsizce kıvrıldığı yerde toplanmıştı. O an farkında olmadan kumaşın yumuşak dokusunu sıkıyordu; eski bir alışkanlık, belki de içinde biriken duyguların sessizce dışavurumu…
Gözleri, duvarda özenle asılı duran bir fotoğrafa kilitlenmişti. Fotoğrafın içindeki an, zamanın dokunamadığı bir sıcaklıkla ona bakıyordu. Sekiz yıl öncesine ait, güneşli bir yaz gününün anısıydı bu. Richard…
Eşi, o neşeli ve şakacı gülümsemesiyle Carolina'nın omzuna sıkıca sarılmıştı. O anın içinde hâlâ canlı olan sıcaklığı, şimdi içini buruşturuyordu. Yanında, henüz çocuk yaşlarında olan Scharline ve Tom vardı; masum yüzlerinde hayatın onlara henüz ne getireceğini bilmeyen bir saflık parlıyordu. Carolina’nın gözleri, Richard’ın kollarını sarmış olduğu o noktada takılı kalmıştı. İçinde büyüyen boşluk, fotoğrafın cam yüzeyinde silik bir yansıma gibi belirginleşti. Zihni, altı yıl öncesine gidiyordu—trajik bir trafik kazasının her şeyi sonsuza dek değiştirdiği o anı…
Carolina'nın bakışları, fotoğrafın içindeki geçmişe saplanıp kalmıştı. Ama ne kadar uzun süre bakarsa baksın, o anı geri getiremeyeceğini biliyordu. Gözleri, Richard’ın kolunu sardığı yere takılı kaldı. Göğsüne yayılan o keskin sızı, onu altı yıl öncesine götürdü…
O gün hava yağmurluydu. Asfalt, parlak bir ayna gibi ışığı yansıtıyor, gökyüzü gri bir örtüyle kaplanmıştı. Richard direksiyon başındaydı; Carolina, yan koltukta ona bakarak gülümsüyor, yol boyunca hafifçe elini sıkıyordu. Tom ve Scharline, arka koltukta oturuyordu. Scharline, kasvetli havadan sıkılmış bir şekilde camdan dışarı bakarken Tom, yeni aldığı oyuncağını kurcalıyordu. Ailecek geçirdikleri sıradan bir gündü, ta ki o viraja kadar...
Karşıdan gelen tır, virajı dönerken kontrolden çıktı. Carolina, Richard’ın gözlerindeki paniği ve refleksle direksiyonu kırışını hatırlıyordu. Bir çığlık, metalin eziliş sesi ve sonra... her şey bir anda sustu. Gözlerini açtığında, dünya ters dönmüştü. Camlar kırılmış, kan kokusu havaya karışmıştı. Richard hareketsizdi. Carolina, nefes almak için çırpınırken arka koltuktan Tom’un hıçkırıklarını duydu. Scharline’ın sesi ise çıkmıyordu. Gözleri, çığlık atmak istercesine açılmış, baygın bir haldeydi.
Hastane koridorlarında geçen o kabus gibi günler… Richard’ın öldüğünü duyduğu o an, hayatındaki en büyük boşluğa yuvarlanışı… Tom ve Scharline’ı kaybetme korkusuyla geçen uykusuz geceler… O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Carolina, kendine yas tutmak için zaman bile tanımadı. Çocuklarının ona ihtiyacı vardı. Richard’ı kaybetmiş olabilirdi ama Tom ve Scharline hâlâ buradaydı ve onun güçlü olması gerekiyordu.
Carolina, tüm yasını ve kırıklıklarını bir kenara iterek çocuklarını büyüttü. Scharline, babasının kaybından sonra sessiz ve mesafeli birine dönüşmüştü. Bir zamanlar neşeli olan kızının gözlerindeki ışık sönmüştü. Tom ise o zamanlar sadece on iki yaşındaydı. Babasını kaybetmenin ne demek olduğunu tam olarak anlamıyordu ama evdeki değişimi hissediyordu. Carolina, onların her ihtiyacını karşılamak, babalarının yerini doldurmak için gecesini gündüzüne kattı. Kendi acısını, yalnız gecelerde, kimsenin göremeyeceği anlarda yaşıyordu. Gözyaşlarını çocuklarının göremeyeceği yerlere saklıyordu.
Beyaz floresan ışıkları gözlerini acıtıyordu. Koridorun antiseptik kokusu, içindeki boşluğu daha da derinleştiriyor, ayaklarının altında uzanan soğuk zeminin varlığını bile hissetmiyordu. Bir hemşirenin hafifçe titreyen sesi, Carolina'yı gerçeğe çeken ilk şey oldu.
"Bayan Godwoods... eşiniz..."
Sonrasını hatırlamıyordu. Sözlerin nasıl bittiğini, doktorun yüzündeki ifadesiz ama içinde acıyı saklayan tonunu… Bildiği tek şey, dizlerinin altından kayıp giden o ince çizgiydi. Bütün dünya bir anda sessizleşmişti. Birileri ona destek olmaya çalışıyor, kollarını tutuyordu, ama Carolina sadece önündeki kapıya bakıyordu. O kapının ardında Richard vardı. Ve artık ona hiçbir şey söyleyemezdi…
Bacakları birden güçsüzleşti. Ellerini göğsüne bastırarak nefes almaya çalıştı ama göğsü sıkışıyordu. Boğazına yükselen o tarifsiz acı, bir çığlık gibi dışarı çıkmak istiyordu ama sesi yoktu. Sadece dudaklarından boğuk bir fısıltı döküldü.
"Hayır…"
Saatler mi geçmişti, yoksa sadece birkaç dakika mı? Bilmiyordu. Ama bir noktada, hemşirelerden biri ona bir şeyler sorduğunda sadece başını sallayarak Richard’ı görmek istediğini söylemişti. Ve işte buradaydı.
Kapıyı açtığında, odanın içi hastane kokuyordu. Soğuk, steril, ruhsuz… Ama yatağın üzerindeki adam, onun dünyasını aydınlatan adamdı. Artık nefes almıyordu, ama hâlâ Richard’dı.
Carolina ağır adımlarla yatağa yaklaştı. Ellerini uzattığında tereddüt etti. Parmakları titriyordu. Onu böyle görmek istemiyordu. Ama bu, son şansıydı. Elini uzattı ve soğuk tenine dokunduğunda içini bir ürperti kapladı. Richard'ın elini tuttu, başparmağıyla avucunu okşadı. Eskiden sıcak olan, ona huzur veren bu eller… Şimdi buz gibiydi.
"Beni bırakmayacaktın..."12Please respect copyright.PENANA4eCY1x4GwZ
Sesi kırıktı, ince bir fısıltıdan öteye gidemedi. Gözlerinden süzülen yaşlar, yanaklarını ıslatırken parmaklarını Richard’ın saçlarına götürdü. O gülümseyen, neşeli adamın şimdi burada, bu kadar sessiz ve hareketsiz olması aklına sığmıyordu. Gözlerini kapatıp zamanın geri dönmesini diledi. O virajı dönmeden önceki ana, Richard’ın kahkahasının yankılandığı anlara dönmeyi… Ama hiçbir şey değişmeyecekti. Dünya, acımasızca ilerliyordu.
Eğildi, dudaklarını Richard’ın alnına yasladı. Uzun bir süre orada kaldı. Son kez onu hissedebilmek için, teninin son sıcaklık izlerini içine çekmek için...
"Seni hep seveceğim..."
Sesi boğuluyordu. Ellerini çektiğinde, içindeki boşluk neredeyse fiziksel bir acıya dönüşmüştü. Richard’a son bir kez baktı. Hatırasını zihnine kazıdı. Sonra yavaşça doğruldu ve bir adım geri attı. Hastane odasının soğuk ışıkları altında, kalbinin yarısı paramparça olmuştu.
Richard’sız ilk sabah…
Uyandığında, gözlerini açmak istemedi. Zihni uykuyla gerçeklik arasında ince bir çizgide süzülüyordu ve o an için kendini kandırabilirdi; belki her şey bir rüyaydı, belki yanındaki yastıkta Richard’ın sıcaklığı vardı. Ama gözlerini açtığında, yatakta yalnızdı. Richard yoktu. Ve artık hiç olmayacaktı.
Odaya çöküp kalan boşluk, bir ağırlık gibi göğsüne oturdu. Ellerini yatağın kenarına koyup doğrulmaya çalıştığında vücudu ona ihanet etti. Güçsüzdü. Birkaç gece boyunca uyumamıştı, yemek yemeyi unutmuştu. Gözleri yanıyordu, boğazı kuruydu. Ama en çok, içi boştu.
Banyoya yürüdü. Aynadaki yansımasına bakınca kendini tanıyamadı. Saçları dağınıktı, yüzü solgundu ve gözlerinin altı morarmıştı. Her zaman dik duran, güçlü Carolina Godwoods, şimdi neredeyse bir gölgeye dönüşmüştü. Parmakları hafifçe aynaya dokundu, ama oradaki yansıma ona aitmiş gibi gelmiyordu.
"Anne?"
Sesi duyduğunda irkildi. Kapının eşiğinde Tom duruyordu. O küçük bedeni, kocaman bir boşluğun içinde kaybolmuş gibiydi. On iki yaşındaki bir çocuğun gözlerinde olmaması gereken bir şey vardı: Korku. Babasız kalmanın korkusu. Ve Carolina, işte o an fark etti... Sadece kendini değil, çocuklarını da kaybetmemek için güçlü olmak zorundaydı.
Derin bir nefes aldı, ama boğazı düğümlendi. Tom’un yanına yürüdü, eğildi ve onu sıkıca sarıldı. O küçük bedeni kollarında hissetmek, ona sıcaklık veriyordu ama aynı zamanda kalbine bıçak gibi saplanan bir acıydı. Çünkü Richard gitmişti, ve bundan sonra her şey Carolina’nın omuzlarındaydı.
"Her şey yoluna girecek, tatlım..."
Kendi sözlerine inanmadı ama Tom’un inanmaya ihtiyacı vardı. Küçük çocuk, annesine sokuldu. Bir şey söylemedi, sadece başını Carolina’nın göğsüne yasladı. Ve o an, Carolina anladı. Bundan sonra kendini toparlamasa da olurdu, yasını yaşamak için zaman bile bulamayabilirdi. Ama çocuklarının gözlerinde bir daha o korkuyu görmemek için güçlü olmak zorundaydı.
İlk birkaç hafta kabus gibiydi.
Her sabah, Richard’ın olmadığı gerçeğine yeniden uyanmak… Masanın başındaki boş sandalyeyi görmek… Akşam olduğunda, gün boyu biriktirdiği kelimeleri paylaşacak kimsenin olmadığını fark etmek… Bunlar ona her defasında ölüm kadar soğuk geliyordu.
Scharline, babasının ölümünü sessizlikle karşıladı. On dokuz yaşındaydı ve babasının eksikliği onda derin bir yarık açmıştı. O gün ağlamamıştı bile. Ama günler geçtikçe, konuşmaları azaldı. Gözlerindeki ışık söndü. Ders çalışmak için odasına kapanıyor, yemek saatlerinde bile zar zor dışarı çıkıyordu. Carolina, onu çağırdığında kısa cevaplar veriyor, sonra yeniden sessizliğe gömülüyordu.
Tom ise daha farklıydı. O, her gece annesinin yatağına gelip yanına kıvrılıyordu. Eskiden sadece kötü rüyalar gördüğünde yapardı bunu ama şimdi, rüya görmesine bile gerek yoktu. Annesinin yanında olmaya ihtiyacı vardı. Bir gece, Carolina yarı uykulu haldeyken, onun hıçkırıklarını duydu.
"Baba bizi unuttu mu?"
O an, içindeki tüm duvarlar yıkıldı. Carolina, oğlunu sımsıkı sararak "Hayır, asla," diye fısıldadı. Ama gözlerinden süzülen yaşları durduramadı.
Sonraki aylar, Carolina için bir savaş alanıydı.
Faturalar birikiyordu. Evin sorumlulukları, Richard olmadan ağır bir yük gibi sırtına biniyordu. Banka borçlarıyla uğraşmak, çocukların ihtiyaçlarını karşılamak, yemek hazırlamak, evin dağılmasını engellemek… O, hem anne hem baba olmak zorundaydı. Ama en kötüsü, yalnızlıktı. Geceleri herkes uyuduğunda, Richard’ın boş yastığına bakarak içinden sessiz çığlıklar atıyordu.
"Ne yapacağım Richard? Sensiz ne yapacağım?"
Cevap gelmiyordu. Sadece saatlerin tik takları, evin içindeki sonsuz sessizlikte yankılanıyordu.
12Please respect copyright.PENANAWLsrlvHWhs
Carolina, salonun büyük camından dışarı bakarken düşüncelerinin arasına sıkışıp kalmıştı. Zamanın, vücuduna dokunuşunu her geçen gün biraz daha hissediyordu. Fakat bu onu daha zayıf değil, aksine daha güçlü yapıyordu. Onun kadınlığı, yılların tecrübesiyle şekillenmiş, bakışlarına derinlik, duruşuna asaleti katmıştı.
Kahverengi tonlarında vücudunu saran düğmeli elbisesi, ince belini nazikçe kavrıyor, her adımında kumaşın hafif dalgalanışı, onun zarafetini daha da belirginleştiriyordu. Uzun, koyu kahverengi saçları, omuzlarından aşağı süzülerek ona zamanın etkileyici bir dokunuş kattığını gösteriyordu. Teninin pürüzsüzlüğü, yüzüne oturan keskin hatları ve hafifçe yukarı kıvrılan dolgun dudaklarıyla Carolina, yaş almış ama ihtişamından hiçbir şey kaybetmemiş bir kadın olarak duruyordu. Ellerini zarifçe koltuğun kenarına yaslamış, parmak uçlarıyla hafifçe kumaşı okşuyordu. Bazen bu dokunuşlar, teninin unuttuğu hisleri ona hatırlatıyordu.
O sırada, salonun eşiğinde beliren Scharline, annesinin aksine gençliğin tazeliğini taşıyan bir ruh gibiydi. Üzerindeki sade beyaz crop top, ince belini ve pürüzsüz tenini gözler önüne sererken, altındaki rahat kesimli pantolonu onun doğal bir zarafetle hareket etmesini sağlıyordu. Açık kahverengi saçları, gençliğin getirdiği parlaklığı taşıyor, dudaklarının kıvrımı masumiyetle baştan çıkartıcı bir denge kuruyordu. Onun güzelliği çabasızdı; doğuştan gelen bir saflık, gözlerinin derinlerinde parlayan eşsiz bir ışık vardı.
Annesinin güçlü ve zamanla şekillenmiş duruşunun aksine, Scharline hâlâ hayatın ona ne getireceğini keşfetmeye çalışan bir kadındı. Annesinin yanında durduğunda, Carolina’nın yılların ona kattığı görkemle birlikte, Scharline’ın taptaze bir çiçek gibi açtığı gözle görülüyordu. Bu iki kadın, aynı kanı taşıyor ama birbirinden tamamen farklı kadınsılıklarıyla bir tezat yaratıyordu.
Carolina’nın olgun cazibesi, başını çeviren ve saygı uyandıran bir güçtü. Scharline’ın güzelliği ise bakmaya doyulamayacak bir masumiyetin içinde gizliydi. Annesine yaklaşarak “Anne, iyi misin?” diye fısıldadığında, sesi adeta bir melodi gibi odaya yayıldı. Carolina, kızına dönerek hafifçe gülümsedi. Bu iki kadının arasında kelimelere dökülemeyen bir bağ vardı. Biri, yaşamın sertliğiyle olgunlaşmış, diğeri ise o yaşamın içinde yolunu arıyordu.12Please respect copyright.PENANARTWctoIUup
"İyiyim tatlım," dedi Carolina, dudaklarının kenarında asılı kalan zoraki bir gülümsemeyle. Ama gözleri... Gözleri onu ele veriyordu. Derinlerinde, yılların taşıdığı bir özlem ve acı vardı. Scharline, annesinin maskesinin arkasına sakladığı bu duyguları görebiliyordu. Carolina'nın sesi, alışılmış o güçlü tınısından biraz uzaktı, daha kırılgan, daha yorgun... "Sadece biraz dalgındım," diye ekledi, kelimelerini bir pamuk gibi yumuşatarak. Kızının daha fazla endişelenmesini istemiyordu.
Scharline, hafifçe yana eğilerek annesinin elini tuttu. Annesinin ince parmakları, bir zamanlar kendisine güven veren güçlü dokunuşlar şimdi ona biraz daha narin, biraz daha yorgun hissettiriyordu. Onun elini sıktığında, bir anlığına zamanda geriye yolculuk etti; çocukken bu eller her zaman onu sarmış, korumuş ve teselli etmişti. Şimdi ise Scharline, annesinin desteğe ihtiyacı olduğunu hissediyordu.
"Fotoğraf yüzünden mi?" diye sordu, sesi hafifçe titreyerek. Carolina başını yavaşça kaldırdı. Salonun loş ışığında kızının yüzüne baktığında, orada Richard’dan izler gördü. Açık kahverengi saçlarının yumuşak dalgaları, gözlerindeki sıcaklık ve bir şeyi incitmekten korkarcasına yavaşça hareket eden elleri... Richard hep onların en güçlü yanı olmuştu. Ve şimdi, Carolina bu gücü tek başına taşımaya çalışıyordu.
Sadece başıyla onayladı. Dudaklarının arasına kısa bir gülümseme yerleşti ama bu, daha çok geçmişe özlemle dolu bir gülümsemeydi.
Scharline, annesinin elini sımsıkı kavradı. Dokunuşu, sıcak ve içtendi; bir çocuğun annesine duyduğu şefkat ve koruma içgüdüsüyle yüklüydü.
"Babam, bugün burada olsaydı, bizimle gurur duyardı."
Odadaki sessizlik, bu sözlerle delip geçildi. Carolina’nın içindeki o incecik yarık, derin bir uçuruma dönüştü. Richard... Eğer burada olsaydı, gerçekten de böyle hisseder miydi? Onun yokluğu, sadece bir eksiklik değil, Carolina’nın ruhunda yankılanan sonsuz bir boşluktu. Yutkundu, boğazında düğümlenen acıyı bastırmaya çalıştı.
"Umarım öyledir," diye fısıldadı Carolina. Ama sesinde bir tereddüt vardı, bir belirsizlik. Sözleri havada asılı kaldı, sanki o an bile kendi söylediğine tam olarak inanmıyordu. Çünkü Richard burada değildi. Ve onun yokluğu, her gün daha da ağırlaşıyordu.
Geceleri... Geceleri en zoruydu. Ev sessizleştiğinde, çocukları odalarına çekildiğinde, dünya dışarıda uykuya daldığında... İşte o zaman Carolina’nın zihni en büyük savaşlarını veriyordu. Düşünceler başına üşüşüyor, onu boğuyor, geçmişin hatıraları ve geleceğin belirsizliği birbirine karışıyordu. Ekonomik kaygılar, sorumlulukların ağırlığı, çocuklarının geleceği... Her şey bir düğüm gibi sıkıca sıkıştırıyordu onu. Bir anne olarak her şeyi yoluna koymalıydı, güçlü durmalıydı, ama içten içe paramparçaydı. Ve en kötüsü, bunu kimseye gösterecek lüksü yoktu.
Scharline, annesinin düşüncelere daldığını fark etti. Yüzünde, bir şeyleri saklamaya çalışan ama gözlerinden dökülen hüzne engel olamayan o ifadeyi tanıyordu. Onu rahatlatmak istercesine parmaklarını nazikçe sıktı.
"Biliyor musun anne, bazen... Bazen babamın burada olduğunu hissediyorum. Sanki bizi izliyor, koruyor gibi..."
Carolina, kızına baktı. Gençliğin verdiği masum inanç gözlerinde parlıyordu. O, hâlâ bir şeylere tutunabiliyordu. Ve Carolina, sırf bu yüzden bile olsa, güçlü olmaya devam etmek zorundaydı. Başını hafifçe salladı, kızının elini avuçlarının içine alarak hafifçe okşadı.
"Ben de öyle hissetmek istiyorum, tatlım," dedi, sesi bu kez biraz daha yumuşaktı. Biraz daha sıcak... Ve belki de, az da olsa, inanmak istiyordu.
ns 15.158.61.17da2